Tepe başındaki çınar ağacının dibine gitti. Burayı ziyaret etmek adeti olmuştu artık. Dedesinden sonra ilk buraya uğrardı, burada onu çeken bir şeyler vardı. Ardından uzakları seyretmeye başlardı. Her seferinde bir örümcek sağ bacağının üstünde geçip giderdi, korkmazdı ama hep irkilirdi. Uzaktan geçen kimselere bakardı. Kim olduklarını çıkarmaya çalışırdı. Gözleri buna pek izin vermese de birkaç kişiyi yürüyüşünden ve yalpalayışından tanırdı. Sol çaprazında sıralı ağaçları, koca dağların ardında beliren bulutları her seferinde başka başka şeylere benzetirdi. Bugün iki sima belirmişti sol çaprazında ve önünde uzun süre seyretti, kim olduklarını bilemedi. Sonra içerisinde bir sızı büyüdü. Yoldan onları Arif'in annesi ile babası almıştı, bunun acısı mıydı beliren içinde, bunun eksikliğini mi hissediyordu. Böyle bir şey olamaz diye düşündü. Ne annesini ne de babasını bugüne kadar hiç görmemişti. Onlar çok önceleri gitmişlerdi, nenesi böyle söylüyordu. Tek bildiği buydu. Ve hiç tanımadığı kişilerin, hiç sarılmadığı koklamadığı kişilerin özlemini nasıl hissederdi... Sert bir rüzgar esti, ağaçlar dalgalandı sol çaprazında. Bulutlar birbirine karıştı, gitmesi gerektiğini hissetti ve ayaklandı. Bir, bir buçuk, iki, iki buçuk...
Gözünü yerden ayırmıyordu. Dokuzdan dokuz buçuğa atarken adımlarını, bir gölge belirdi bir anda önünde. Kafasını kaldırdığında gördüğü manzara karşısında bembeyaz kesildi. "Bu nasıl olur?" diye sayıkladı içinden defalarca. Derken ekran karardı, her yer simsiyah oldu. Bir şerit çekildi sanki dünyasına. Hala inanamıyordu gözlerine. Bu nasıl olabilirdi? Nasıl başarmıştı demir parmaklıklardan kurtulmayı? En son onu gördüğünde ahırdaydı. Elindeki bıçaktan kanlar akıyordu. Gerisini hatırlamıyordu. Ya da hatırlamak istemiyordu. Gözlerindeki şerit yavaş yavaş kalkmaya başladı. Nerde olduğunu anlamaya çalışıyordu. Tepesinden aşağı doğru süzülen beyaz ışık, gözlerini alıyordu. Karşıya baktığında onun meymenetsiz suratını gördü. Epey yaşlanmıştı. Ya da öyle görünüyordu. Belli ki içerisi onu biraz yıpratmış! "Söyledin mi?" dedi. "Neden bahsettiğini anlamadım?". "Sana söyledin mi diyorum, öttün mü hemen ötlek gibi?". Gerçekten söylediklerinden bir anlam çıkaramıyordu. "Söyledin mi?" derken neden bahsediyordu. Suratına baktıkça ona karşı korkusunun ve nefretinin günden güne ne kadar arttığını görebiliyordu. Üzerinde oluşturduğu travmaların haddi hesabı yoktu. Her bunaldığında tepe başındaki çınarın dibine gider, hüngür hüngür ağlamaya başlardı. İçini dökerdi koca çınara. Koca çınar tabi, anlardı derdinden. Derdini büyütmemek için tek kelime etmezdi. Derken Arif bitiverirdi hemen sağında. Çınar ağacına içini döktüğü derdin, kalan kısmına ortak olurdu. Kafasını dağıtmak için türlü şakalar yapardı. İlahi Arif! nerden bulurdu o kadar absürt şakayı, aklı almazdı. Sol yanından gelen yumruk darbesiyle sağa doğru sarsıldı bir anda. Ağzından üç dört damla kan dökülmüştü yere. "Kime diyorum? Cevap ver! Öttün mü, ötmedin mi?". Ahırın dışından siren sesleri yükselmeye başladı. Siren sesine bakılırsa gelen polisti. Polis olduğunun farkına varır varmaz, "Bu iş burda bitmedi! Seni yeniden bulacağım!". dedi ve adamlarıyla birlikte hızla ahırdan çıktı. Polis ahırdan içeri girdiğinde ne ondan, ne de adamlarından bir iz vardı... devamı >>
0 Yorumlar